31 Ağustos 2016 Çarşamba

KIRDA ÖĞLE YEMEĞİ

 Le Déjeuner sur l'herbe
Fransız ressam Édouard Manet'nin 1862 - 1863 yılları arasında tamamladığı tablosudur. Eser, şu anda Paris'teki Orsay Müzesi'nde sergilenmektedir.Kırda Öğle Yemeği hem konusu hem de tarzıyla sergilendiği günlerde skandal yarattı.Tabloda, çıplak bir kadın iki giyinik erkekle kırda piknik yaparken betimlenmiştir. Arka planda başka bir kadın ise suyun içinde yıkanmaktadır.O döneme kadar Diego Velázquez ve Francisco Goya gibi İspanyol ressamlardan etkilenen Manet'nin bu tablosu,İtalyan Rönesans ustalarına göndermeler içeriyordu. İçerdiği tarihî göndermelere rağmen modern tarzda çizilmiş olan resmi, çağdaş giyinişli iki erkekle çimenlerin üzerinde oturmuş çıplak bir kadın betimlemesi olarak algılayan halk ve eleştirmenler eseri müstehcen buldular.Tablo, geniş fırça darbeleri, farklı ışık gölge kullanımı, renk seçimi, çıplak modelin izleyicinin gözlerinin içine doğrudan bakması ve bir hikaye anlatmaması sebebiyle modern resmin başlangıcı kabul edildi.Émile ZolaStéphane MallarméCharles Baudelaire gibi sanatçılar, gelen eleştirilere karşı eseri savundular. Manet, Kırda Öğle Yemeği ile 1863'teki Paris Salonu'na başvurdu.Salonun jürisi bu çalışmayla birlikte 3.000 eseri daha reddedince imparator III. Napolyon'un emriyle bir Reddedilenler Salonu açıldı ve tablo orada sergilendi.Eser, Pablo Picasso, Mary CassattPaul CézanneClaude Monet gibi ressamları etkiledi.Bu tarzıyla Manet, ekspresyonizmin(izlenimcilik) de temellerini atmış oldu.
Alexandre Cabanel'e ait Venüs'ün Doğuşu(Naissance de Venus), Manet'nin kabul edilmediği 1863 Paris Salonu'nda büyük beğeni kazandı. Kırda Öğle Yemeği'nin müstehcen olduğunu söyleyen eleştirmenler, bu eseri ise "halka açık bir sergide gösterilebilecek ölçülerde erotik" bulduklarını açıkladılar.Édouard Manet’in Kırda Öğle Yemeği isimli tablosu o günün toplumunda kıyamet kopartmıştı. Zira hiçbir yerde giyinik iki beyefendiyle çıplak bir kadının piknik yapmasına rastlamak olası değildi, bu geleneklere aykırıydı. Renkler de alışılagelmişin dışındaydı. Resim dışlandı.İki giyinik erkeğin arasında çırılçıplak oturan kadın müstehcen bulunmuş, resim sanatına layık olmadığı iddia edilmiştir. İnsanları rahatsız eden şey çıplak kadının doğrudan kendilerine bakması, bunu yaparken bu konu hakkında hiçbir utanç göstermemesiydi.Resmin arkasında yatan asıl niyetlerden biri ise, burjuva kesimin çok sevdiği Pazar piknikleri ile Paris’in banliyölerindeki fuhuş sektörü arasındaki mahrem ilişkiyi hicvetmekti.Akademi’nin reddettiği bu eserin fazla eleştiri alması, Manet’in çabuk tanınmasını sağlamıştı.
Kırda Öğle Yemeğini yorumlamak,biraz kurcalamak istiyorum aslında.Gerçekçiliğin hüküm sürdüğü bir devirde izlenimciliğe kapı olan bu tabloda,akademiyi bu kadar rahatsız eden neydi?Tabloda gördüğümüz gibi ışık soldan geliyor,çıplak kadın ve bir kısım da sofra ön planda.Manet burada kadını vurgulayarak algıyı ona çeviriyor.Sanıyorum ki günlük hayatta pek tabi göz önünde bulunan bir imge,sanatta yer bulunca müstehcen ve aşırı bulunuyor.İnsanların yüzüne gerçeği vurmak gibi.Tabloda gördüğümüz gibi gölgeler ve aydınlık yerler arasındaki kontrast fazla,bu da resime durağanlık ve bir hikayesizlik kazandırıyor.Yani burada ne olduğu "gören gözler" tamamlamak durumunda kalıyor.Buna karşılık alan derinliğindeki netlik en az zarara uğramış,geri planda dar bir mesafede renkler gerçekle uyumludur.                       -I.E

28 Ağustos 2016 Pazar

KALIPLARI YIKMAK

Sevmek farklı sevilmek çok daha farklı bi durumdur. insan sever peki sevilince  mi daha cok sever sevilmeyince mi.bu hep bi muallaktir .peki sevmenin bi kalibi var mıdır. Illa bi insanin sosyal statusu yasi na mi dikkat etmek gerekir sevmek için .ya da illa güzel veya yakisikli olmak mi gerekir . Sevmek hissetmek değil midir . Illa belli şartların olmasi mi gerekir?
U.O

24 Ağustos 2016 Çarşamba

BÜYÜK SAAT

Rehber ara ara sürekli olarak dinlediğim bir müzik grubudur. Bu yazıyı kaleme almama Büyük Saat parçaları vesile olmuştur. Tam da bundan yaklaşık iki saat önce büyük saat kavramını düşünmeye başladım. Zaman akmasına karşı koyamadığımız lakin hiç geçmiyormuş gibi yaşadığımız tükenmeyecekmiş gibi harcadığımız bir kavram bana göre... Büyük saate gelince niceliksel olarak bakacak olursak sonsuz sayıda (yine de kişiden kişiye hayal gücüne ve kişinin yetiştiği ortama dayanan farklılıkları barındıracaksa da) bir çocuk için devasa bir duvar saati olabileceği gibi yetişkin bir birey için iri bir kol saati olabilir. Niteliksel olarak değerlendirecek olursak sonsuza işleyen zaman olacaktır. Bana gelince ise büyük saat sonsuzluktur, hiç durmadan sonsuza kadar işleyen zaman gibi. Benim dünyamdaki büyük saatte her yaşam yeni bir pil demektir. Bununla da kalmıyor elbet büyük saatin ortasında bu pili oynayan birey olsa da akrep bireyin içinde yetiştiği toplumu, etnik unsurunu barındırdığı ırkın kültürünü, yaşam biçimini temsil etmekte. Çünkü birey kendi çevresindeki toplumsal olayların merkezinde yer alır. Her olaya, olguya, fikre karşı birtakım görüşlere sahiptir. Doğal olarak da çevresindeki durumlarla yakın bir etkileşim içindedir. Yelkovan ise bana göre bireyin yaşadığı galakside yer alan bir gezegende olan durumlardır. Her ne kadar birey yaşanan vakalardan haberdar olsa da (bunları kendinin özel ilgi alanı olmadıkça ya da kendi yakın çevresiyle alakalı olmadıkça) daha uzaktan takip eder. Büyük saat kavramını böyle değerlendirdiğime göre sizce sonsuzlukta bir birey nasıl davranmalıdır ki ülkesi, ailesi, geleceği daha mükemmel hale gelsin ya da yaşadığı gezegene pragmatik bir parça bıraksın?
Buraya değinecek olursak ülkemizdeki gündemden de biraz bahsederek bu bireyimizin önce her türlü düşüncüye belirli miktarlarda saygı duyması gerekmektedir. Tabi bu saygıyı kendi içinde sınıflara bölebilir. Kendine çok zıt düşüncelere daha az saygı duyarken kendine yakın olan düşünceleri savunacaktır. Ama bana göre öncelikle her düşünce dinlenmeli ve bir miktar saygı duyulmalıdır ki hoşgörü ve beraberlik ortamı oluşabilsin. Tabi ki önce düşünen bir varlık olan insanı dinlemek gerekir ki dinlenilenin ne anlatmak istediği anlaşılabilsin. Anlaşılan düşünceye saygı duymak daha da basit olacaktır. Bu dinleme tamamen önyargılardan arınmış ve sadece karşındakinin ne anlattığını anlamaya yönelik bir dinleme olmalıdır. Aksi halde karşıdakinin anlattığından çok bireyiniz kendi anlamak istediğine yönelecektir. Anlatmak istenilen doğruya en yakın şekilde anlaşıldıktan sonra bireyimiz bu görüşe zerre kadar da olsa saygı duymalıdır ki demokrasi dediğimiz kavram oturabilsin. Yap-boz gibi düşünebiliriz. Toplumun en küçük parçası olan birey görüşlere saygılı olursa toplumda demokrasi uzun sürede yıkılamayacak şekilde kendiliğinden kuvvetlenmeye başlayacaktır. Çünkü görüşlere olan saygı görüş farklılıklarını gericilik ya da yobazlık olarak değil mükemmel bir çeşitlilikle gelen ahenk olarak niteleyecektir. Bu durumda da sonuç korkmadan düşünen düşündüğünü açıklayan ve toplam tarafından baskı görmeyen bireyler çeşitlilikler içerisinde bir olmayı birlik olmayı yalnızca zor anlarda değil her anda bu beraberliği sürdürmeyi öğrenecektir. Bireyin yardımlaşma duygusu geliştiği gibi sosyal etkileşimi de artacak ve toplum yıkılması daha güç birbirine kenetlenmeye başlayan kocaman bir akrabalığa dönüşecektir. Birlik ve beraberliği yaşadığımız şu günlerde bunun kıymetini bilmeli ve bunu daim kılmak için makul olan her yola adım atmalıyız. Bu sayede toplum refah seviyesi daha yüksek, zor durumda kalana birden daha fazla kişinin koştuğu paylaşımın arttığı fedakarlığa sık rastlanan bir devlet bütünü haline gelecektir.
Velhasıl bunların hepsini yapmak için önce düşünen bireylere, irdeleyen beyinlere, düşünmeye sevk eden ebeveynlere ihtiyacımız var. Evlatlarınızı düşüncelerini açıklarken susturmayın, komşunuzla siyasi görüş farklılıkları için küsmeyin, arkadaşınız x politikacısını eleştirdi diye onunla irtibatı kesmeyin. Görüşlere saygı duyun ki sizin görüşünüze de saygı duyulmasına örnek, rol-model olun. Görüşlere saygınız olsun ki özgürlükçü bir ortam oluşturabilelim. Acımasızca eleştirip karşıdakine havlu attırmaya çalışmaktansa tartışarak (buradaki tartışmadan kastımız beyin fırtınasıdır.) , konuşarak görüşleri anlayın, sorunları çözün. Unutmayın ki siyaset bir insanı dahi kırmanıza sebebiyet verecek kadar değerli bir şey değildir. Sonsuzlukta hepimiz de katkıda bulunmaya çalışan sonsuz sayıda mükemmel saatleri çalıştıran minicik pilleriz. Hatırlanmak ve anılmak istiyorsak ardımızda hoş zamanlara tanıklık etmiş hayata yön veren saniyelik anılar bırakmalıyız. Tabi bunlar benim düşüncelerim ve görüşlerim dilerim bu yazıyı okuyan herkes ufacık saygı duymayı dener. 😊Güzel, mutlu, birlik ve beraberliğin olduğu günlere...
 B.K

11 Ağustos 2016 Perşembe

UNUTULAN MHP VE DEMOKRASİ SAVAŞI!





Gündemimizi son olaylardan önce oldukça meşgul eden MHP kurultayı son olayların etkisiyle arka plana düşse de ülkenin normal bir düzene girmesiyle yeniden hareketlenecek gibi duruyor.Peki aylardır süren muhalefet-genel merkez çekişmesi nereden başladı nasıl gelişti? MHP'nin idari kadrosunun pasif kaldığı ve ülke yönetimine görevi olan etkin muhalefeti yerine getiremediği çoğu kişinin bildiği bir konu fakat yönetimin ve Devlet Bahçeli'nin devlet adamlığı kimliklerine bir diyeceğim olamaz gerektiği yerde milletin çıkarı için gereken desteği vermesi sadece muhalefet hissiyle hareket etmemesi milletin çıkarlarını düşünmesi takdir edilecek bir durum kaldı ki bizim eleştirdiğimiz konular bunlar değildir.

Yazıya tam girmeden önce şunu da belirtmek istiyorum; evet her siyasi parti iktidar olma isteğiyle hareket eder fakat bunun yöntemleri her parti için farklıdır. MHP diğer partiler gibi sadece oy alıp iktidar amacı güden bir parti değildir, olamaz.Herkesin MHP'nin ideolojik bir parti olduğunu ve ideolojisinin belirttiği sınırlarla bu amaca ulaşmak zorunda olduğunu kabul etmeli.

7 Haziran seçimlerinden sonra MHP aldığı 80 vekil ile büyük bir patlama yaşamış ve vekil sayısını neredeyse 2 katına çıkarmıştı.Çoğu kişinin bunu büyük bir iş olarak görmesi yanında HDP'nin de 80 vekil çıkardığını hatırlatmak isterim.Bir tarafta Türk milliyetçiliğini savunan bir parti bir tarafta Kürtçülük yapan bir terör örgütünün desteğini almış bir parti.Buranın suçlusu ne tek başına MHP ne de tek başına millettir.Biz konumuz gereği genel merkezin eksiklikleri ve muhalefetin gelişmesine bakacağız.MHP muhalefeti uzun yıllardır süren bir harekettir. 2002 seçimlerinden sonra sürekli bir aday çıkıp genel başkanlık adaylığında bulunmuş fakat genel merkezi yıkamamıştır.1 Kasım seçimlerinden sonra ise vekil sayısının düşmesi, HDP'den vekil sayısı olarak geride kalması  MHP'deki değişim isteğini hiç olmadığı kadar üst seviyeye çıkardı.Bunu ilk başta 3 aday sonradan Ümit Özdağ'ın da istifa ederek muhalefet saflarını katılmasıyla birlikte 4 aday çekmeye başladı.

Adaylara baktığımızda;

                                                      Sayın Sinan Oğan;

Genç olması ve vekillik dönemindeki yaptığı başarılı çalışmalarıyla MHP'ye hareket getireceğine kesin gözüyle bakılıyor.Gençliğini Ülkü Ocaklarında geçirmiş, MHP'nin her kademesini, yapı taşlarını bilerek gelmiş bir aday. Genç olması kendisinin en büyük artı yönü olsa da eksi yönü olarak da görülüyor siyasi pişkinliğe tam ulaşamamış olma izlenimini veriyor tabana. Sinan Oğan bir dönem sonra MHP  tabanının içine sinen aday olmasına kesin gözüyle bakılıyor.Genel destekçileri gençler ve demokratlardan oluşuyor.

                                                     Sayın Ümit Özdağ;

Genel merkezin karşısına daha önceden çıkmış muhalefetin canlı kalmasını sağlamış adaylardan olarak önplanda duruyor.Babası Muzaffer Özdağ'ın MHP kurucularından olması tam anlamıyla kendisine MHP'yi şahdamarına kadar bilen, Ülkücülüğü tartışılmayacak bir isim.Çoğumuz onu televizyon programlarında davetli olarak görmüşüzdür.Son seçimlerde Antep'te MHP'nin büyük oy patlamasının başmimarlarından başarılı bir siyasetçi.Önceki dönemlerde muhalefeti temsilinden dolayı kendine ait kadroları var. MHP'nin içinden gelerek Ümit Hoca olması tabandan ses bulmasına olanak veriyor.


                                                 Sayın Meral Akşener;

Çoğumuzun DYP döneminde İçişleri Bakanı olarak görev yapması ve MHP milletvekiliyken meclis başkanvekilliği makamından meclisteki sayılı kadınlardan olmasına rağmen genel kurula verdiği ayarlarla biliyoruz.2007 yılında MHP saflarına katıldı ve şu an genel başkanlığa aday olacak bir konuma geldi.Son seçimlerde 7 Haziran'da vekil seçilirken 1 Kasım'da aday gösterilmedi ve muhalefet saflarına o da katıldı.Akşener'i genel kabul olarak çoğu kişi kabul etti CHP-AKP tabanında bile büyük ses getirdi.Fakat başta söylediğim gibi MHP'yi sadece iktidarı hedef alan bir parti olarak görmemeliyiz.Akşener'in karşısına çıkacak en büyük engel Türkeş zamanında siyasette olmayan birinin günümüzde MHP'yi ülkücüleri iktidara taşımak amaçlı mı
                                                yoksa kendini taşımak amaçlı mı  genel başkanlığa aday olduğu.

                                                      Sayın Koray Aydın;

Kendi deyişiyle ''Dava nöbetinde bir ömür'' geçiren, siyasete başladığı andan itibaren bu partide olan, partinin en zor dönemlerinde partisini sahiplenen, en alt kadrolarından en üste gelen bir isim.Tanıyanlar çoğunlukla üçlü koalisyon döneminde Bayındırlık ve İskan Bakanı olarak görev yapması ve yolsuzluk iddialarına karşı istifa ederek kendi rızasıyla Yüce Divan önüne çıkarak bütün hakimlerin oybirliğiyle aklanmasıyla tanıyor.Son seçimlerde 7 Haziranda vekil seçilirken 1 Kasım seçimlerinde seçilemedi.MHP tabanında radikal ve teşkilatçı unsurların desteklediği bir isim.Ömrünün başından sonuna kadar hiçbir siyasi partiye gitmemiş siyasi deyişle çizgisinde bir kırığı olmayan
                                                      isim.Partinin kurucu lideri Başbuğ Türkeş'in yanından bir an bile ayrılmayarak attığı her adımın peşinden giderek MHP'nin bu günlere gelmesini sağlayan, öldüğü zaman hayatının en zor anlarından olduğunu söylediği Başbuğ'un ölüm haberini kamuoyuna duyurma görevini alan, cenaze konuşmasını yapacak kadar hareketin içinden gelen bir isim.


Bu 4 aday arasında başı çeken 2 isim Koray Aydın ve Meral Akşener. Hatırlatma ihtiyacı duyuyorum, MHP'de her şey her an değişebilir.Bu adayların başı çekmesi diğer adayların güçsüz olduğu anlamı çıkartılmasın MHP'nin 1997'deki Kurultay'ında en çok imza toplayan aday Tuğrul Türkeş olmasına rağmen Devlet Bahçeli seçim sonucu genel başkan olmuştur.Meral Akşener genel halk kitlelerinden büyük destek görerek MHP'yi alabileceği en yüksek oyla siyasetimizde MHP'ye eleştirilerden olan kadın vekil sayısına bir cevap olarak iktidar ortağı yapabilecek aday olsa da bir merkez sağ siyasetçisi olarak MHP'yi ideolojik çerçevesinden çıkartarak bir DYP-ANAP-AKP gibi merkez sağ partisi haline getirme ihtimali çok yüksektir.Unutulmasın ki Ülkücüler ne kadar hor görülüp kenara atılarak, giyimleri, davranışları vs... gibi bir çok eleştirilere uğrasalarda bu ülkenin fikir hayatına can vermiş, yapıtaşlarından olmuşlardır ve millet ne zaman sıkışsa '' Nerede bu Ülkücüler'' diye veryansın etmektedir.(Araştırınız: HDPlilerin Denizli mitingi sonrası esnaflara zarar vermesi sonucu esnafın bağırışı, 15 Temmuz darbe girişiminde tankların önüne ilk dikilenlerin ülkücüler olması) MHP'nin merkez sağ parti konumunu alıp iktidar olarak Ülkücüleri kaybetmek veya 3-4 puan daha az oyla koalisyon ortağı olarak Ülkücülerin Ocak geleneğinden gelmiş genel başkanlarla bildiğiniz Ülkücüler olarak yönetilmesi arasında MHP tabanı ve sempatisi olanların bir seçim yapması gerekmektedir. Günü kurtarmak amaçlı yarını yok eden hamleler yarın sizin hakkınızda söylenecek sözlerin hayır mı şer mi olacağına karar verecektir.Koray Aydın'ın, Sinan Oğan'ın veya Ümit Özdağ'ın genel başkan olarak gelmesi Ülkü Ocak'ı geleneğinden gelen gene Ülkücülerin Ülkücü olarak kalabileceği MHP, ilk önce  koalisyonlu bir hükümet ardından tek başına iktidara gelmesiyle Türkiye'yi Turan'ın umut ışığı yapabileceği bir parti olacaktır.
K.K

9 Ağustos 2016 Salı

15 TEMMUZ SONRASI İDAM İSTEMİ

15 Temmuz darbe girişiminden bu yana,halk meydanlarda 'idam isteriz' diye bağırıyor.Peki nedir bu idam,adı 'demokrasi mitingi-nöbeti' olan bu toplantılarda idam istemek ne derece doğru,demokrasi için ne derece sağlıklıdır?

İdam,ölüm cezasına çarptırılan kişinin cezasının infaz edilmesine denir.Şu anda,58 ülkede halen ölüm cezası kullanılmaktadır. 98 ülke ölüm cezasını hukuken tamamen kaldırmış, 7'si savaş suçları ve istisnai durumlar dışında kaldırmış,35'i ise fiilen ölüm cezasını uygulamadan kaldırmıştır.Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2007, 2008 ve 2010'da ölüm cezalarını uygulamama çağrısı yapan kararlar almıştır.Avrupa Birliği'nde, Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi'nin 2. maddesi gereği ölüm cezası kullanımı yasaktır.Avrupa Birliği'ne ek olarak, Türkiye'nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi de üyelerinin ölüm cezasını kullanmasını yasaklamaktadır. Bu doğrultuda Türkiye'de ölüm cezası 1984'ten beri uygulanmamakta, 2004'ten beri hukuk sisteminde mevcut bulunmamaktadır.
 

Ölüm cezası Evrensel İnsan Hakları'nın 5. maddesini ihlal etmektedir.5. maddeye göre "Hiç kimseye işkence yapılamaz ya da zalimce, insanlık dışı veya aşağılayıcı muammele uygulanamaz."Ölüm cezası taraftarlarının en büyük argümanı,ölüm korkusu insanı suç işlemekten alıkoyar düşüncesidir.Oysa idamın yürürlükte olduğu ABD'de işlenen suç oranı,idamın yürürlükte olmadığı tüm Avrupa ülkelerindeki orandan daha yüksektir.

Türkiye'de idam cezasını tekrar getirmek.Türkiye'nin yüzünü batıdan doğuya döndürmektir.Bütün donanımlı hukukçular bilir ki Anayasayı değiştirip idam cezasını geri getirsek bile,bu, işlenmiş suçlara uygulanamaz,geriye yürümez.Kalabalıklar günün heyecanı içinde idam isteyebilir,normal zamanlarda da isteyebilir.Fakat galeyana gelmeyip hukuki mantık ve değerlerle birlikte düşünmekte fayda vardır.Müebbet hapis gibi bir seçeneğimiz varken,idam insanlık dışı olacaktır.
                                                                                                                      Irmak ERTEN-Mühf

1 Ağustos 2016 Pazartesi

HANGİ Ata'TÜRKÇÜ TÜRKİYE?

Ben herşeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.” (Atatürk’ün Sofrası, İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, 1975, s. 138-143)

Bize ilkokuldan beri öğretilen Atatürk portresini biraz yıkma zamanı geldi diye düşünüyorum.Resmi tarih her zaman kendi işine gelenleri anlatır; fakat gerçekler bunlardan mı ibarettir?
Atatürkçülük yıllarca sol fikirlerinin etkisinde siyasi çıkarlar için feda edilmiştir. Sol fikirlerin en önemli temeli olan insansevicilik(?) ve sürekli bir barış yanlılığının temsilcisi olarak gösterilmiş ve sadece Başbuğ'uluyla değil Türk milletinin en büyük düşünürlerinden olarak bu milletin fikir hayatına büyük katkı veren bir insanı doğru anlamamızı engellemişlerdir. Atatürk'ün Türklüğe verdiği önemi bir kenara atıp sürekli laiklik-yobazlık temelindeki kısır tartışmalarla bu milleti asıl yükseltecek olan Türkçülüğün adını ''Atatürk milliyetçiliği'' gibi şahsa indirerek bunların içini de gerçek olmayan kavramlarla donatarak önümüze sunmuşlardır.

Düne kadar Türküm demenin suç olduğu fakat başka ırkların adını saymanın barışçılık olduğu zamanlarda Atatürk'ün gerçek fikirlerine daha çok ihtiyacımız var.

"Etimin ve kemiğimin babası Ali Rıza Efendi ise, fikrimin babası Ziya Gökalp'tir."

Ziya Gökalp’in ölümü üzerine, eşine Atatürk’ün gönderdiği telgraf:
”Saygıdeğer eşiniz Ziya Gökalp Bey’in bütün Türk âlemi için pek acı bir kayıp oluşturan ebediyen kayboluşu nedeniyle başsağlığı dileyen duygularımı ve Türk milletinin içten kalbî üzüntülerini temiz kişiliğinize sunar, Türk milleti ve hükümetinin büyük düşünürün ailesi hakkındaki sevgi ve ilgi dolu duygularını sunarım efendim.” 1924 (Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Malta Mektupları, 1931, s. 185)

Ziya Gökalp Osmanlı'nın sona yaklaştığı imparatorluğun kurtuluşunun asli unsur olan Türkler sayesinde olacağını düşünerek Bilge Kağan'ın ''Türk budun'' diye haykırdığı tarihten günümüze gelen Türkçülüğü sistematik bir fikir etrafında toplayarak bunu Atatürk'ün de dediği gibi Türk hükümetinin büyük düşünürü olmuştur.

Atatürk batılı tarih tezlerinin doğru kabul edilip okullarda okutulması yerine milli bir tarih yazılması gerektiğine inanıyordu. On beşinci yüzyıldan beri, Batı'lı tarih yazarları medeniyetin başlangıcı yeri olarak Yunan Medeniyetini vermekteydi. Bu tarih görüşünde Türkler, Orta Asya'daki göçebe aşiretler olarak anlatılıyordu. Özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bu tez ırkçı antropolojik yaklaşımlarla bir ırk aidiyetine oturtulmaya çalışılmıştı. Bir Fransız okulunda öğrenci olan Afet İnan, Fransızca tarih kitaplarında Türklerin uygarlık yapıtlarına yer vermediğini ve Türklerden "ikinci dereceden sarı ırktan, istilacı barbar kavim" olarak sözedildiğini Atatürk'e anlatır. Bunun üzerine Atatürk Antropoloji(İnsanbilim) çalışmalarını başlattı.

Türkiye'de ilk olarak 1924 yılında başlayan antropolojik çalışmaların mimarı olan Başbuğ Atatürk, "Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi"ni kurdurmuştur. Türk Irkı'nın fiziksel özellikleri, ilk kez bu şekilde incelenmeye başlanmıştır. 1937 yılına gelindiğinde ise, Atatürk'ün isteği üzerine yurt genelinde Türk Irkı'nı karakterize eden tüm fiziksel özellikleri incelenirken, kafatası ölçümleri de yapılmıştır.



Atatürk’ün manevi kızı ve Türk Tarih Kurumu’nun kurucusu Afet İnan tarafından, Türkiye’nin on bölgeye ayrılarak on ekip tarafından kafatası ölçümü yapıldığı daha sonra Afet İnan tarafından 1947 yılında “Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi” ismiyle kitaplaştırıldı. Kitapta “1936’da bütün memlekette büyük ölçüde antropometrik bir anket yaptırma arzumu, Atatürk’e anlattım. Uygun gördüler ve beni teşvik ettiler. Bunu hükümetten rica etmemi emir buyurdular. O zamanki Başbakan İsmet İnönü’den rica ettim. Bu iş için; Savunma, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanları’na meşgul olmalarını emretti.” anısını da aktararak Atatürk'ün bu işin üstünde ne kadar durduğunu göstermektedir.

Afet İnan hatıratında, kitaptaki araştırmalarına dair bilgilere yer verir ve sonuçlar şöyledir:''Kafatası, boy ve kilo gibi 23 ölçüm için Türkiye’nin 10 bölgeye ayrıldığını ve on ekip oluşturulduğunu, hatta 2 bin kadar mezarın bile açıldığını, bunlar arasında Mimar Sinan’ın dahi bulunduğunu belirterek, “On ekip için İsviçre’den on takım ölçü aleti getirildi. Ekiplere askerlerin yanı sıra, bir doktor ve bir sağlık memuru eşlik etti. Ekipler, Prof. Aziz Kansu’dan ölçüm için kurs alarak yola koyuldu. Araştırma için hazineden ‘mühim bir miktar’ da para ayrıldı. 10 ay süren çalışma ile Anadolu ve Rumeli’nin dört bir tarafından tam 64 bin kişinin kafatası ölçüldü. 20 bin kadın ve 40 bin erkek üzerinde ölçüm yapılırken bazı mezarlar da açılarak 2 bin kafatası çıkartıldı. Mimar Sinan’ın kafatası da çıkarılanlar arasındaydı. Ancak daha sonra kafatası bulunamadı” deniliyor.
Kitaptaki araştırma sonuçlarına göre Laz, Kürt, Çerkez fark etmeksizin Türkiye’de bir ‘ırk birliği’nin bulunduğu ve Türk halkının kafa yapısının ‘Brakisefal’ olduğu, kafa karinesi 80’in altında olanların Türk olamayacağı kanaatine varıldığı belirtiliyor. İşte araştırma sonuçlarına göre Türkler: “Türkiye’de yaşayan halkın çoğunluğu orta boylu, kafa karinesi bakımından yuvarlak (brakhi) kafalıdır. Gözler muntazamdır. Mongoloit tesir pek azdır. Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler açık, hatta ekseriyetle çok açıktır. Saçların çoğunluğu orta yani kestane rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle ‘Homo Alpinus’ denilen Avrupa’nın büyük beyaz ırkına mensuptur.”








      1. Kemal Atatürk’ün Pittard’ın “Irklar ve Tarih” adlı kitabı üzerinde yaptığı çalışma




                                                        Ölçümler yapılırken






Atatürk'ün Türklüğün simgesi olan Bozkurt'a verdiği önem de göz ardı edilemez bir gerçektir. Adliye vekilli yaptığı dönem Türk Medeni Kanunu , Türk Ceza Kanunu, Türk Borçlar Kanunu ve Kabotaj Kanunu gibi Türk hukuk sisteminin temel yasaları yürürlüğe giren Mahmut Esat'a ''Bozkurt'' soyadını vermiştir.Aynı dönemde Bozkurt-Lotus davası olarak bilinen davada Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni Lahey Uluslararası Adalet Divanı'nda temsil eden Mahmut Esat Bozkurt. Bu davayla, tarihçiler tarafından Türk hukukunun ve adalet örgütünün kapitülasyonlar dönemini geride bırakarak insan ve egemenlik haklarına dayalı çağdaş hukuk düzeyine yükseldiğinin bir simgesi olarak değerlendirilmektedir
1930 yılında Ağrı'daki Kürt ayaklanmasının ardından Mahmut Esat Bozkurt şu sözleri söyler: ''Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı''

TBMM, daha Cumhuriyet ilân edilmeden, 1922’de Bozkurt’lu pul çıkarmış takip eden yıllarda da bozkurtlu pullar piyasaya çıkmıştı.





Cumhuriyetten sonrada bu pulların basımı devam etmiştir




Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı), Atatürk’ün direktifiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet armasını seçmek için 1925’te bir yarışma açmış, yarışmayı Namık İsmail’in “Bozkurt” figürlü eseri kazanmıştı. Ancak eser Bozkurt’un görkemini gerektiği gibi yansıtmadığı gerekçesiyle kullanılmamıştır.





Türk dili, tarihi, edebiyatı, folkloru vb. alanlarda araştırmalar yapmak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak kurulan Türkiyat Enstitüsü (daha sonra Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü)’nün amblemi, Atatürk’ün arzusuyla meşale tutan bir Bozkurt’tu.


Kahramanmaraş’ta, 1936 yılında, Atatürk’ün emriyle “Bayrak Tutan Bozkurt” Anıtı yapılmıştı. Anıtta direğe bayrak çeken bir kurt heykeli vardı. Anıtın kaidesinde: “28 İkinci Teşrin 1919’da Türk Maraş, silâh gücü ile inen bayrağını iman gücü ile yeniden dalgalandırdı. 1936” yazıyordu.




Fakat ne hikmetse Atatürk'ten sonra bu heykelden Bozkurt kaldırılmıştır







Atatürk’ün isteğiyle paraların üzerinde Bozkurt figürüne yer veriliyordu.






Ne kadar sigara karşıtı biri olsamda sigaranın yakıştığı insanlardan olduğunu düşündüğüm Atatürk kendi gibi sıfatına layık bir sigara olan Bozkurt'u ürettirmiştir.:)








Atatürk çalışma masasında, çağırma zili olarak bozkurt motifi kullanıyordu.

Atatürk, ressam İbrahim Çallı’ya, Türkler’in Ergenekon’dan çıkışını temsil eden bir yağlıboya tablo yaptırmış ve Maarif Vekaletinin girişine astırılmıştır.Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü döneminde kaldırılmıştır.


Armstrong'un 1932'de yazdığı ''Bozkurt'' Atatürk hayattayken yayımlanan ilk biyografisi özelliğini taşıyan kitap hem adıyla hem kapağıyla Ulu Önder'i anlatmaktadır.






Bozkurt figürüne bu kadar önem veren Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti bayrağında Bozkurt figürün olmasını düşünmüştür.Bunu şu an birçok insan garip karşılıyor olabilir fakat bu yeni devletlerin kurulma sürecinde çok normal bir şeydir.Her tarihi olay kendi dönem şartlarına göre değerlendirilmelidir.Avrupa'da imparatorluktan ulus devlete geçen devletler imparatorluk bayrakları yerine yeni bayraklar kabul ederler.
 






 Alman İmparatorluğu Bayrağı                                                            Fransa Bayrağı( Ortaçağ)                                                            



 
 







Almanya Bayrağı                                                                                   Fransa Bayrağı

Enver Behnan Şapolyo, şunları yazmaktadır:
…Bir gün (Atatürk’ün Yaveri) Muzaffer Kılıç’a Büyük Mîllet Meclisinin damı üzerinde dalgalanan hür bayrağımızın bana verdiği heyecanı anlatmıştım. Sonra ona dedim ki:
– Atatürk bayrağımızı değiştirmeyi düşünüyor mu? Sen bir şey duydun mu?
Muzaffer gülümseyerek:
– Gök Bayrağı kabul etmeyi düşünüyor!
– Gök Bayrak mı?
– Evet! Atalarımızın kullandığı gök renkli bayrağı yeni devletin bayrağı olmasını düşünüyor, fakat daha bir şey yok! dedi.
Gök Bayrak, Orta Asya da altıncı yüz yılda devlet kurmuş olan “Gök Türk” devletinin bayrağı idi. Bugünkü Kırmızı içinde Ay ve Yıldızı olan Türk bayrağını önce III. Selim, sonra bugünkü şeklini resmî bayrak olarak Sultan II. Mahmut kabul etmişti. Atatürk yeni kuracağı devlete yeni bir bayrak kabul etmeği düşünmüş olacaktır.
…Atatürk’ün Türk Bayrağı olarak, Gök Bayrağı kabul edeceğini, üçüncü Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’a sormuştum. Dedi ki:
– Atatürk, Cumhuriyetin resmî bayrağını Gök Bayrak olarak kabul etmeği düşünmüştü, fakat bu hususta biç bir neşriyat yapılmadığından, bu bayrağı kabul etmediler.
Atatürk mavi rengi, yani Turkuvaz rengini severdi. Çünkü bu renk eski Türk bayrağının rengi idi.
… Atatürk harsta milliyetçi, medeniyette batılı idi. Demek oluyor ki, gök bayrak onun mefkuresinde yaşıyordu. Gök renkli bayrağı kabul etmeyi düşündü, fakat çok güzel olan Albayrağımızdan da vazgeçemedi.”







Türkiye'de kurucu parti olmakla övünen fakat kurucu değerlerin arasında karpuz seçme usuluyle karşıtlık tezine dayanarak hangisi ağır siyasi çıkar sağlıyorsa ona göre ele alan CHP şu anki gençlik kollarında bolca Kürtçülerin bulunması ve Kürtçü vekilleriyle artık Atatürk'ün partisi olma sözünü bir kenara bırakmalıdır artık












Atatürk dönemi çıkarılan '' Halk Dostu '' gazetesinin Kubilay olayından sonraki ilk sayfası





Spora büyük önem veren Atatürk'ün fedarasyonlar için seçtiği amblemler








Bozkurt faslını kapattıktan sonra Atatürk'ün Medeni Bilgiler kitabında yer alan kendi eliyle yazdığı notlara bakalım.

1- Türk Milleti; Halk idaresi olan Cumhuriyetle idare olunur bir devlettir.
2- Türk Devleti laiktir, her reşit dinini intihapta (seçmekte) serbesttir.
3- Türk Milletinin dili Türkçedir. Türk dili, dünyada en güzel en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Sizde mukaddes Türk Dli, Türk Milleti için bir hazine olun. Çünkü Türk Milleti, geçirdiği nihayetsiz hadiseler içinde, ahlakının ananelerinin hatıralarının, menfaatlerinin, elhasil bugün, kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafara olunduğunu görüyor. Çünkü dili Türk Milletinin kalbidir, zihnidir.


Bütün bu söylediklerimizi kısa bir çerçeve içine sokmak istersek şöyle diyebiliriz.
Türk Milleti’nin teessüsünde müessir olduğu görülen tabiri ve tarihi vakıalar şunlardır.
A- Siyasi varlıkta birlik
B- Dil birliği
C- Yurt Birliği
D- Irk ve menşe birliği
E- Tarihi karabet
F- Ahlaki karabet
Türk Milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar diğer milletlerde kamilen yok gibidir. Daha umumi bir tarif yapabilmek için, diyelim ki bir cemiyete ''

Türkiye Cumhuriyetinin iki mareşalinden biri olan Fevzi Çakmak'ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde askeri okullara alınan öğrencilerin Türk ırkından olması, nizamnamelerle şart koşulmuştur. Ders yıllarının başında, askeri okulların öğrenci almak için gazetelere verdiği ilânlarda bu ırk şartı herkes tarafından okunurdu. Irka o kadar ehemmiyet verilirdi ki Türkiye’nin bazı bölgeleri halkından olan çocuklar askerî okula alınmazdı.

Balkan, Birinci Cihan, ve İstiklâl savaşlarının verdiği acı dersleri unutamayan Mareşal Fevzi Çakmak bu sert, kararı ile vatanın emniyetini saklamak, güç durumlarda başımıza gelmiş olan ihanetlerin de tekrarlanmasını önlemek istiyordu. Onun bu kararı askerî okullar dışında da yavaş yavaş tatbik olunmağa başlamıştı. Zonguldak’taki orta dereceli Maden Mektebi ile Hemşire Okulu da Türk ırkından öğrenci seçmeğe başlamışlardı.

Mareşal Fevzi Çakmak paşamızın ortaya koyduğu şartlar:

Hava Gedikli Erbaş Okulu: Okula kabul şartlarının birincisi: "Anası ve babası Türk soyundan olmak"
Deniz Gedikli Erbaş Okulu: Okula kabul şartlarının birincisi: "Aslen ve neslen Türk olmak"
Askeri Orta Okul: Okula kabul şartlarının birincisi: "Anası babası Türk soyundan olmak"
Askeri Liseler: Okula kabul şartlarının birincisi: Türk soyundan gelmek"
Harp Okulları: Okula kabul şartlarının birincisi: "Türk ırkından olmak"




 Ve dıştan bir görünüş olarak dönemin Türkçü fikir önderlerinden Nihal Atsız'ın ne dediğine bakalım.Çünkü Atatürk'ün önderlik ettiği Türk Tarih Tezine en büyük eleştiriler Turancılardan gelmiştir.Bu dönemdeki Turancı fikirlere sahip kişiler Türk tarih tezini eleştirmiştir. Turancılara göre Türk Tarih Tezi gerçeklerden uzak ve gayri ilmidir. Çünkü Turancı görüşe göre Orta Asya, Türklerin Anayurduydu. Orda yaşayan Türk halklarını esir ırkdaşları olarak kabul ettiler. Rıza Nur Türk Tarihi isimli eserinde Orta Asya'daki tutsak Türkleri kurtarma davasını anlatır. Rıza Nur'a göre Çin, İran ve Rusya'daki tutsak Türklerin kurtarılması gerekmekteydi. Turancılar o dönemde Türk ırkı kavramını benimsemişlerdi. Türklük kavramını savaş, savaşçı, alp kavramları üzerinde geliştirdiler. Türk tarih tezinde Turancı görüşün savunduğu değerlere itibar edilmez. Eski Anadolu medeniyetlerinin Türkler ile bağlarını araştırmaya çalışan romantik bir coşkunluk taşıyan Türk tarih savı, Turancılık fikrinin ileri gelenlerinden Nihal Atsız tarafından, ilmi gerçeklerden uzak olmakla eleştirilmiştir. Türk tarih savında Hititlerin Sümerlerin, hatta Yunan Medeniyetinin, Orta Asya'dan dünyaya yayılmış bir medeniyetin devamı olduğu izah edilmeye çalışılmıştı. Bu durumda doğal olarak dilleri de Türklerin eski dilleri ile ortak olmalıydı. Nihal Atsız, Türk tarih savını, gayri ilmi olması ve gerçeklerden uzak olması nedeniyle tenkit edilmiştir, ona göre ve Türkler Orta Asyalı bir ırktır ve Anadolu medeniyetlerini Türkler ile bağdaştırma gayretleri yanlıştır diyerek eleştiren Atsız Atatürk dönemiyle ilgili makalesinde şunu söylemektedir:
''Atatürk çağında böyle bir şey akla gelemezdi de. Atatürk ortalığa bir “Türklük Dehşeti” saçmıştı. Bu sayededir ki kürt olan Ali Saip, İstiklal Mahkemelerinde birçok asi kürdün idamında büyük rol oynamıştı.''


Bu bilgilerin ışığında Atatürk ne bir tarafın dediği gibi dinsizlikle suçlamaya ne de yenileşme fikirleriyle milleti yok sayacak fikirlere sahip olduğu doğru değildir.Katıksız bir Türk milliyetçisi olan Atatürk Türk Tarihindeki Başbuğlar arasına adını yazdırmıştır.Gönül ister ki onu her yönüyle tanıyıp partiler ve düşünceler üstü bir yerde tutalım fakat Türkiye'nin bu düzeye gelmesi için daha uzun bir süre var bu sürede bilgi sahibi olanların halkı bilinçlendirerek hedefe doğru bir adım daha atmasından daha önemli bir şey olmayacaktır.
                                                                                                                             K.K